T C. Anayasa Mahkemesi

İslâm dünyasının iki ucunda yer alan ve Arap toplumu içinde asimile edilmiş küçük unsurlardan çok farklı olan bu iki büyük topluluk, daha sonra hem İslâmiyet’in yayılmasına hem İslâm uygarlığının gelişmesine büyük katkıda bulundu. Medine’de oluşan yeni siyasî-hukukî yapı içinde bir taraftan sosyal, ekonomik ve askerî teşkilâtlanma gerçekleştirilirken diğer taraftan buradaki ve Arap yarımadasındaki gayri müslimlerle iyi ilişkilerin kurulmasına çalışıldı. Kısa zamanda müstakil bir güç haline gelen müslümanlar, müşriklerin tehdit ettiği güvenliklerini ve ekonomik varlıklarını teminat altına alma yolunda önemli bir mesafe katettiler. Tek geçim kaynakları olan kervan ticaretinin Medine’deki müslüman varlığı tarafından engellenmesini hayatî bir tehdit olarak değerlendiren Mekke müşrikleriyle hicrî 2 (624) yılında yapılan ve kesin zaferle sonuçlanan Bedir Gazvesi müslümanların Arap yarımadasında büyük bir itibar ve güç kazanmasını sağladı; böylece Hz. Peygamber İslâmiyet’i tebliğ için daha geniş imkânlara kavuştu. Ardından gerek Mekke müşrikleri gerekse antlaşmalarını bozan Medine yahudileriyle yapılan Benî Kaynukā‘, Uhud, Benî Nadîr, Benî Mustaliḳ, Hendek ve Benî Kurayza gazveleri ve diğer askerî harekât nihayet Hudeybiye Antlaşması ile sonuçlandı. İslâm’da inancın yaşanması yahut mânevî hayatın tecrübesi yalnızca zihnî süreçlere indirgenemeyen bir gerçekliğe sahiptir. Bu durum, çok sayıda âyetle ortaya konan İslâm’ın insan anlayışıyla yakından ilgilidir. İslâm, yükümlülük için aklı esas almakla beraber insanı sadece duyu ve akıldan ibaret görmeyip onun duygu ve haz dünyasını da hesaba katar. Nitekim “fıtrat” kavramı insanın yaratılışındaki doğruya, iyiye ve güzele olan doğal eğilimini içermektedir. En güzel biçimde yaratılmış olan insan (et-Tîn 95/4) âlemin yaratılışındaki düzen, denge, uyum ve amacı farkedecek donanımdadır ve bu sebeple ilâhî yaratmadaki estetik boyutu da algılayabilir. Ayrıca İslâm dini, ahlâkîliğin ancak davranış güzelliği demek olan edeple birlikte gerçekleşeceğini belirtmiş, gündelik hayatın ayrıntılarında dahi güzelliğin yansımasını amaçlamıştır.

Veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilât ederek işlenmesi gerekir. Hint-Pakistan alt kıtasında klasik anlamda hisbe teşkilâtı mevcut değildi ve bunun en önemli sebebi çoğunluğunu gayri müslimlerin oluşturduğu toplumun yapısıydı. Şeriatı belli bir dereceye kadar uygulamaya çalışan Balaban, Fîrûz Şah Tuğluk, İskender-i Lûdî ve Evrengzîb dahil hiçbir hükümdar, ya Hindular’ın tepkisinden korktuğu veya siyasî düşüncesinden ötürü şeriatı eksiksiz biçimde uygulamaya teşebbüs etmedi. İş bu belge RADE hizmetlerinin kullanımı hakkındaki şartları içerir ve gerekli görülen sözleşme ve belgelere ek yapılabilmektedir.

Mağdur ve fail bu rızayı süreç esnasında geri çekebilmelidirler. Anlaşmaya gönüllü olarak varılmalıdır ve bu anlaşma sadece makul ve orantılı yükümlülükler içermelidir. ‘Onarıcı adalet programı’, onarıcı süreçleri uygulayan ve onarıcı sonuçlara erişmeyi amaçlayan herhangi bir program anlamına gelmektedir. Avukatların yargılamaya başvurmadan önce veya yargılamanın uygun olan herhangi bir evresinde diğer tarafla sulh yoluna gitmesini avukatların etik görevi haline getirme veya yetkili mercileri bunu gözetmeye davet etme. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Başvurucular, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmuştur.

  • RADE, BAYİ müşterilerinin hukuka aykırı ya da hizmet Sözleşmesine aykırı her tür işlem ve eyleminden dolayı BAYİ’i sorumlu tutacaktır.
  • İtaat ve teslimiyeti anlatan huşû, tazarru gibi diğer Kur’an terimlerinden farklı olarak İslâm, eskiden başlayıp devam eden bir şeye değil yeni başlayan bir dönüşüme işaret etmektedir.
  • Maddesinin birinci fıkrasında, kanuna aykırı propaganda vasıtaları kullanmak ve bu vasıtaları suç işlemeye teşvik amacıyla kullanmak suçlarına ilişkin 31.

1389’daki Kosova Meydan Savaşı ile Sırbistan Türk hâkimiyetine geçerken 1463’te Bosna, 1521’de Belgrad, 1526’da Budin fethedilerek 1529’da Viyana önlerine ulaşıldı. Muhammed’in son peygamber olduğu ifade edilmiş (el-Ahzâb 33/40), Resûlullah’ın kendisi de çeşitli beyanlarında bunu dile getirmiştir (meselâ bk\. Hızlıca üye ol, geniş oyun yelpazesine erişiminin tadını çıkar. paribahis\. Müsned, II, 412; Buhârî, “Menâḳıb”, 18; Müslim, “Îmân”, 327). Onun zuhurundan günümüze kadar geçen on dört asır içinde ciddiye alınabilecek bir nübüvvet iddiasının bulunmayışı da bunun fiilî kanıtını oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm, dünya ve âhiret mutluluğunu inanç ve iyi davranışın (iman ve amel-i sâlih) beraberliğine bağlamış, birçok hadiste imanla amel yan yana zikredilmiştir. Hadisleri konularına göre tasnif eden Kütüb-i Sitte müelliflerinin dördü (Ebû Dâvûd ile Nesâî hariç) eserlerinde imana müstakil birer bölüm ayırmış ve burada iman ilkelerinden çok imanın ürünü olan amelleri sıralamıştır. İslâm âlimleri ilk dönemlerden itibaren iman-amel münasebeti üzerinde durmuş, Hâricîler ve Mu‘tezile ile bazı Şiî grupları amelsiz imanı âhiret planında geçersiz kabul etmiş, Sünnî çoğunluk ise son tahlilde imanı zihnin ve kalbin tasdikinden ibaret sayarak amelle imanı ayrı düşünmüştür. Ancak bu husus, hiçbir şekilde dinî hayatta amelin önemini küçümseme anlamı taşımamaktadır. Hak dinin temel nitelikleri ilâhî kaynağa dayanması, bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi, vahiy menşeli bir kitabının olması, Allah’ın birliği ve âhiret inancını içermesidir. Hak din, başlangıçtan itibaren iman esasları ve başlıca ahlâk prensipleri bakımından daima aynı kalmışsa da ibadet şekilleri ve muâmelât hükümleri yönünden bazı değişikliklere uğramıştır. Allah’ın iradesiyle gerçekleştirilen tekâmül şeklindeki bu değişiklik insanların ihtiyaçları ve kültür seviyeleriyle paralel olarak yürümüştür. İlk insanla başlayan hak din en gelişmiş şekline son peygamberin tebliğ ettiği vahiyle ulaşmıştır.

Halbuki herhangi bir müslüman için emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker yükümlülüğünü yerine getirmek farz-ı kifâyedir. Öte yandan ortadan kaldırılması gereken münker haram yahut mekruh, yaptırılması gereken ma‘rûf da farz, vâcip veya müstehap olabildiğinden ferdî ihtisap yükümlülüğü, kural olarak ihtisabın konusunu teşkil eden bu münker ve ma‘rûfun hükmüne tâbi olur. Ancak bir kimsenin ma‘rûfu yahut münkeri bilen ve gereğini yapabilecek konumda bulunan yegâne kişi olması durumunda hisbe onun için de farz-ı ayın hükmündedir. Münkeri değiştirmeye gücü yetmeyenlerin de kötülüğü kalben kınamaları farz-ı ayın kabul edilmiştir. İslâm’ın yayılışında değişik faktörler rol oynamakla birlikte onun kalıcı ve yerli hale gelmesinde etkili olan en önemli unsur şüphesiz mesajının muhataplarında gerçekleştirdiği değişimdir. Kendine has bir inanç ve değerler sistemi, dünya ve âhiret görüşü ile yeni bir insan tipi ve kimlik oluşturan dinin cazibesi daima sürekliliğini korumuştur. Bu durum, şartların değiştiği zamanlarda bile toplu irtidadların bulunmadığı veya İslâm’ın bir defa girdiği topraklardan (Batı ve Doğu Avrupa örneklerinde olduğu gibi) ancak güç kullanılarak çıkarılabildiği gibi gerçeklerden de anlaşılmaktadır. Batılı araştırmacıların İslâm’ın yayılışıyla ilgili olarak daha çok birtakım ekonomik ve sosyal faktörlere vurgu yapmaları, belirli ölçüde tarihî gerçekliğe tekabül etse bile bu İslâm’ın din olma keyfiyetini göz önüne almayan bir yaklaşımdır. Halbuki farklı mekân, zaman ve şartlarda gerçekleşen İslâmlaşma sürecinde bizzat İslâm’ın din olarak mahiyetinin metafizik bir olgu sayılarak dikkate alınmaması, ihtidâların dinî ve ruhî bir değişim ve dönüşüme yol açmadığı gibi sonuçlara da götürür. Bu inanca bağlananların kazandığı metafizik şuur ve bilinçlenmenin sağladığı güven duygusunun insanın iç dünyasında oluşturduğu huzur ve sükûn hayata daha yüksek anlamlar yükleyerek bütün devirlerde cazibesini korumuştur.

Bunları Güneydoğu Asya’daki Malaylar’dan sonra Anadolu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türkler, İranlılar, Hintliler, Afrikalı siyahîler, Boşnaklar, Arnavutlar ve Makedonlar takip etmektedir. Dünyadaki müslüman nüfusunun yaklaşık üçte biri dinî ve siyasî azınlık statüsüyle gayri müslim ülkelerde yaşamaktadır. Ancak sayıları hakkında verilen bilgilerin çoğu politik sebepler dolayısıyla kesin değildir. Afrika’da bir yandan sömürgeci devletlere karşı direniş hareketleri gelişirken diğer yandan müslümanları içinde bulundukları durumdan kurtarmak amacıyla ihya ve ıslah hareketleri ortaya çıkıyordu. Fûdî’nin önderliğinde gelişen cihad hareketi Batı Afrika’daki kabileler arasında İslâm’ın yayılmasında etkili oldu ve güçlü bir devletin kurulmasında rol oynadı. Daha sonra Muhammed Emîn el-Kânimî, Samori Ture ve Râbih b. Zübeyr gibi liderlerin cihad hareketleri hem müslüman olmayan mahallî unsurlara hem de sömürgeci Batılı güçlere yönelmişti. Doğuda Sudan’da Muhammed Ahmed el-Mehdî’nin 1881’de başlattığı cihad aynı zamanda bir bağımsızlık hareketiydi. Yüzyılın son çeyreğinde Habeşistan ve Liberya dışında Afrika’nın hemen hemen tamamı Batılı ülkelerin istilâsına uğradı.

Nitekim böyle bir HAGB kararına konu başvuru Anayasa Mahkemesince kabul edilemez bulunduktan sonra geri bırakılan hüküm denetim süresi içinde açıklandığı takdirde hukuka aykırılık iddiaları bu kez istinaf ve temyiz mercileri önüne götürülebilecektir. Bu durumda Anayasa Mahkemesi son başvuru mercii değil âdeta ilk derece mahkemesi ile istinaf/temyiz mercii arasındaki bir kanun yolu konumuna gelecektir. Dahası aynı başvuru açıklanan hükmün kesinleşmesinden sonra da bir kez daha Anayasa Mahkemesi önüne getirilebilecektir. Aynı olgunun önce olağanüstü daha sonra da olağan farklı kanun yolu mercileri tarafından denetlenmesine bağlı yaşanması kuvvetle muhtemel sorunlar bir yana böyle bir uygulama bireysel başvurunun ikincilliği prensibi ile uyuşmamaktadır. Bu kapsamda mevcut sistemin HAGB kurumunun ikincillik ilkesi üzerinde yarattığı bu sorunları da gidermeye yeterli olmadığı açıktır.

Doğrudan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması rejimi ile ilgili olan bu tür bir muhakemenin yokluğu, müdahalenin dayanağı kuralın yargılama hukukunun usule ilişkin güvencelerini sağlayamaması anlamına geleceğinden maddi hakkın ihlaline yol açacaktır. Bilindiği gibi kanun koyucu 5271 sayılı Kanun’da HAGB kararına karşı açıkça itiraz kanun yolunu öngörmüştür. Olağan bir kanun yolu olan itiraz, hâkim kararları ile -kanunun gösterdiği hâllerde- mahkeme kararlarına karşı başvurulabilen bir kanun yoludur. İtiraz, maddi ve hukuki meselelere ilişkin yapılabildiği için asıl derece kanun yoludur. İkinci derece olarak da adlandırılan asıl derece kanun yolları, bir hükme karşı gidilip gidilememesine göre istinaf ve itiraz olarak ikiye ayrılır. İtiraz kanun yolu, hüküm dışındaki kararlara karşı kabul edilmiştir. İtiraz kanun yolunda itiraz mercii -temyizden farklı olarak- gerekiyorsa hukuki sorun yanında maddi sorunu da ele alabilir, 5271 sayılı Kanun’un 270. Maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre gerekli gördüğü araştırmaları yapabilir ya da yapılmasını emredebilir. Yine kanun yolu incelemesi yapan itiraz mercii 5271 sayılı Kanun’un 270. Maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca duruşma açabilir; Cumhuriyet savcısını, müdafiyi ya da vekili dinleyebilir. İstinaf kanun yolu ise ilk derece mahkemesinin kesin olmayan nihai kararlarına karşı başvurulan, itiraz kanun yolu gibi maddi ve hukuki denetimin yapıldığı bir kanun yoludur. İstinaf mahkemesi kararı bozmak yerine yeniden tahkikat yaparak ve hukuka aykırı gördüğü hususları gidererek yeni bir karar verebilir.

Abrir el chat